BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK
&
YOKSUN
Susan Sontag, gerçeklerin üstünü karmaşık sözcüklerle örtmenin büyük ustası olarak değerlendirdiği Henry James’in, birçok savaş ve adaletsizliğin yaşandığı dünyada, sözcüklerin artık tükenip bittiği, iyice zayıfladığı, iler tutar bir yanı kalmadığı, yaşanan vahşetin ortasında sözcüklerin, düşüncelerin ağırlığını taşıyamadığı – yargısını aktarır. Sontag, James’i destekleyen bir diğer yargıyı da Volter Lippman’dan alıntılar. Lippman, geçmişte basılı sözcüklerin ve konuşma dilinin sahip olduğu güce artık fotoğrafların sahip olduğunu, fotoğrafların hayal gücünü de aşan bir ağırlığı bulunduğunu, bunun nedeninin de fotoğrafların baştan sona gerçek görünmeleri olduğunu söyler. Sontag ise fotoğrafın farklı bir özelliğine dikkatimizi çeker. Fotoğraf der Sontag, daha derinden bir can acıtma, insan zihninde daha derin izler bırakabilme gücüne sahiptir. İnsana dair acıları yansıtan fotoğraflara bakan kişiler, acı çeken kişilerin acısını paylaşabilmekte, o acıyı taa içlerinde duyabilmektedirler. Hatta acı çeken bedenleri gösteren resimlere duyulan iştahlı merak, neredeyse çıplak bedenlere gösterilen arzulu merak kadar şiddetlidir. Acının yaşandığı yer ne kadar uzak ya da egzotik olursa ölüleri ya da ölmekte olan kişileri gösteren resimlere sahip olma ihtimalimizin de o ölçüde arttığına dikkati çeken Sontag, “bu yüzden de sömürgecilik dönemi sonrası Afrika; zengin dünyadaki sıradan insanların bilincinde seksi müziklerinin yanı sıra acıları gözlerine ve bedenlerine yansımış kurban fotoğraflarıyla da yer almaktadır” der. Sontag’ın bu çarpıcı tespitinin zihnimize düşürdüğü ilk fotoğraflardan birisi, belki de ilki, hiç kuşkusuz Sudan’da, Ayod yakınlarında, açlıktan ölmek üzere olan Sudan’lı bir kız çocuğu ile biraz gerisinde, çocuğun ölmesini bekleyen akbabayı aynı karede gösteren ve “Afrika’nın Istırap İkonu” olarak bilinçlere kazınan “Sudanlı Kız ve Akbaba” fotoğrafıdır.
Kara Afrika’nın ıstırabının bir yansıması olan ve fotoğrafçısı Kevin Carter’a Pulitzer ödülü kazandıran bu fotoğraf, insanlığın belleğine aynı zamanda bir utanç ikonu olarak da yerleşmiş, sözün bittiği, tanrısal adalet söyleminin iflas ettiği an olarak hafızalara kazınmıştır. Bu fotoğrafın hatırlanmasında, görenleri sürüklediği vicdan muhasebesi kadar, fotoğrafçısı Kevin Carter’in yaşadığı trajik sonun da payı vardır. Carter, fotoğrafı çektikten sonra, salgın hastalık kapma ve yayma tehlikesinden dolayı sağlık görevlilerinin açlıktan hasta düşmüş insanlara dokunmama çağrısına uymuş, küçük kıza yardım etmeyip, ortamdan uzaklaşmıştır. Fotoğraf New York Times’de yayınlandıktan sonra binlerce kişi gazeteyi ve sonrasında da fotoğrafçıyı arayarak küçük kızın akıbetini merak etmiş, sorulan sorular karşısında cevap vermekte zorlanan Carter, duruma seyirci kaldığı ve küçük kıza yardım etmediği için insanlar ve yakın çevresi tarafından vicdansızlıkla suçlanmıştır. Neredeyse aforoz edilen Carter, Pulitzer ödülünü aldıktan iki ay sonra, o güne kadar yaşadığı travmalar, kişisel ve işiyle ilgili yaşadığı sorunların da etkisiyle, 33 yaşında, Johannesburg’un banliyölerinden birinde, Braamfonteinesepruit nehri kenarında, egzos gazı bastığı kırmızı Toyota pikabında yaşamına son vermiştir. Kevin Carter’in intiharına ilişkin yaygın kanı, fotoğrafçının yaşadığı vicdan azabı nedeniyle intihar ettiğidir.
Kevin Carter’ın intiharı üzerine yazan Susan Moeller, Carter’in fotoğrafı çekişinin öyküsünü ve ardından yaşananları çarpıcı bir biçimde anlatır. Kara Afrika’da ırk ayrımına dayalı iç savaşın ve vahşetin görüntülerini tespit etmek, sömürgeci / emperyal dünya güçlerinin Kara Afrika’da neden oldukları acının kuraklık karelerini kaydetmek amacıyla kurulan ve “ırk ayrımının paparazzileri” ya da “Sınır tanımaz fotoğrafçılar” olarak da adlandırılan Güney Afrikalı beyaz gazetecilerden oluşan Bang Bang grubunun –Greg Marinovich, Kevin Carter, Ken Ooesterbroek ve Joao Silva- dört üyesinden biri olan Kevin Carter, ırkçı rejiminin siyahlara uyguladığı şiddeti, kıtlık ve kuraklığın neden olduğu sefaleti fotoğraflamak için Sudan’a gitmeye karar verir. Uçağı Sudan’daki Ayod’a iner inmez yaşanan acının fotoğraflarını çekmeye başlar. Açlık ve sefaletin neden olduğu acı görüntülerden uzaklaşmaya çalışırken, birden cılız bir ses duyar. Dönüp baktığında yakınlardaki Gıda Merkezi’ne doğru gitmeye çabalayan ufacık bir kızla karşılaşır. Küçük kızı görüntülemek için davrandığında, görüntüye bir akbaba girer. O anda işi ile vicdanı arasında bir gel-git yaşayan fotoğrafçı, kendini işini yapmak zorunda hisseder ve kuşun kanatlarını açmasını beklemeye koyulur. Yirmi dakika kadar kuşu rahatsız etmeden, kanatlarını açmasını bekleyen Kevin Carter, kuş kanatlarını açmayınca, – bu arada beklerken epey fotoğraf çekmiştir – akbabanın oradan gitmesini sağlar. Ardından da yaşadığı korkunç durumun şaşkınlığı ve ürkekliği içinde, küçük kızın akıbetinden habersiz bir şekilde, yakındaki bir ağacın altına çökerek sigarasını yakmış, kızı Megan’ı ve dünyanın bütün çocuklarını düşünerek gözyaşlarına boğulmuştur. Ertesi gün Johannesburg’a dönen Carter, çektiği fotoğrafı Donatella Lorch’un hikayesinde kullanılmak üzere New York Times’e verir. 26 Mart 1993’te fotoğrafın New York Times’de yayınlanmasıyla, fotoğraf Afrika’nın kara yazgısıyla özdeşleşir. İnsanlar Times’a yazarak veya arayarak küçük kıza ne olduğunu, akıbetini sormaktadırlar. Fotoğraf yayınlandıktan dört gün sonra, New York Times’in editörü okurlarını şöyle cevaplayacaktır. “Fotoğrafçı, akbaba uzaklaştıktan sonra küçük kızın zorlu yürüyüşüne devam ettiğini, yardım merkezine ulaşıp ulaşmadığını bilmediğini söyledi.” Amerikalılar Carter’i gece yarılarında aradılar ve kızı neden kurtarmadığını sordular. Ona göre saatte 20 kişinin öldüğü Sudan’da o küçük kız, yüzlerce aç çocuktan biriydi. Bu soru Kevin Carter’in peşini bırakmayacaktı. Zaten sıkıntılı geçen yaşamı daha da kötüleşmişti. Susan Moeller’in yorumu belki de Kevin Carter’in yaşadığı toplumsal tepkiyi özetliyordu. “Aç çocuğun fotoğrafını çekecek kadar yakınsan, bunun anlamı ona yardım edecek kadar yakınsındır.” Ölmeden önce bir arkadaşına çocuğu kaldırıp almadığı için çok çok üzgün olduğunu söylemişti. İntihar notunda ise şöyle yazıyordu. “Yaralı ya da aç çocukların ıstırabı, öfkesi, cesetleri…katillerin yaşayan, capcanlı anıları gelip beni yakalıyor.”
CUMA BOYNUKARA / YOKSUN
Cuma Boynukara, Mitos-Boyut Yayınevi tarafından basılan ve İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen Yoksun adlı oyununda Kevin Carter’in trajik hikayesini anlatıyor. İngiliz asıllı, koyu Katolik, göçmen bir ailenin çocuğu olarak Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde dünyaya gelen Pulitzer Ödüllü fotoğrafçının ölmeden önceki son yedi saatinden yola çıkan Boynukara, insanlığın kanıksanmış yanılgılarına, bireyi kötürümleştiren paradokslarına uzatıyor merceğini. Biyografik malzemeden hareketle Yedi Ölümcül Günah’ın, anlam katmanları ve durumlar içine ustaca yedirilmesiyle kotarılan bu tek perdelik oyunda yazar, tanrısal adalet / din / vicdan / dogma / tanrı tanımazlık / vahşi kapitalizm / basın etiği / ödül / profesyonellik / aydın sorumluluğu / dünya düzeni / ayrımcılık / ötekileştirme gibi tema ve yan temaları çarpıcı bir tasarım ve dünya görüşüyle harmanlamayı başarıyor. Oyunda ortak bir insanlık paydasını yitirip yitirmeme sorunu irdelenirken, bu ortak paydanın tüm yükünün tesadüfen bu sorumlulukla yüzyüze kalmış bir tek bireye mi, yoksa savaşa, kıtlığa, acılara ödün veren bütün bir insanlığa mı ait olduğu sorusu tartışmaya açılmakta, celladın da, kurbanının da insan olduğu bir dünyada, celladın kurbana / kurbanın cellada dönüşebilirliği Kevin Carter’in çektiği “Sudanlı Kız ve Akbaba” fotoğrafı aracılığıyla güçlü bir metafora dönüşmekte.
Siyahlar ve Beyazlara eşit vatandaşlık hakkı getiren anayasa değişikliğinin halk oylamasıyla kabul edildiği, Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da aynı yıl içerisinde seçimle iktidara gelen ilk siyahi devlet başkanı olduğu fakat yaşanan “şiddetin”, “ayrımcılığın”, “iç savaşın” etkilerinin hala hissedildiği yıllarda geçen oyunda mekan, Mona ve kirayı paylaştığı siyahi kadın Angel’in Johannesburg’daki apartman dairesi… Klostrofobik bir ortamda, psikolojik gerilimi yüksek bir atmosfer içerisinde, toplumun işleyiş mekanizmalarını denetleme yetisinden yoksun, bu yolda en küçük bir çaba bile harcamamış, edilgen ve bu edilgenliğine dört elle sarılmış üç kadın: Angel, Mona ve Bety ile topluma / bireye yönelik eleştirisini özeleştirisiyle iç içe yapan, inandığı doğrultuda yaşamaya çabalamış, karşı durmuş, sunulu verileri reddetmeye çalışmış, yaşama ve insana önyargısız eklemlenen fakat kurulu düzenin kapitalist biçimlenişinin çukurlarında tökezleyen, keskin zihinsel sıçramaları ve zihinsel bulanmalarıyla tanrıtanımaz bir aydın…Kevin Carter…Mona, Kevin’in bir süre önce yitirdiği sevgili dostu ve takım arkadaşı Dan’ın eşi. Bethy, Kevin’i terk eden eski sevgilisi. Angel ise neredeyse tanrının sözcüsü, kutsal kitabın ileticisi, yazarın kendi imgeleminden kurguladığı siyahi kadın. Fakat sadece dördü yok oyunda. Bir beşinci kişi daha var. O da okuyucu / seyirci… Okuyucu / seyirci, Kevin Carter ile bu üç kadın arasında yaşanan çatışmanın içinde barındırdığı paradokslarla doyurucu bir zihinsel tartışma süreci yaşarken, Boynukara’nın kurguladığı ruhsal labirentlerin içinde kaybolmadan ilerleyebilmek adına yazarın kendisi için ayırdığı boşluklara usulca eklemlenip, aklıyla, vicdanıyla katılmak zorunda kalıyor oyuna. Suçlu, yargıç, jüri üyesi ve kamuoyu olarak.
Boynukara’nın evrenselliği ve yerelliği neredeyse hissettirmeden iç içe geçirdiği, zengin tematik yapısıyla dikkati çeken ve öne çıkan Yoksun oyunu, “Sudanlı Kız ve Akbaba” fotoğrafının önünde, geçmişteki yaşanmışlıklardan gelen öfke ile tanrısal söz üzerinden kotarılan baskının içinde insan olmakla insandan başka bir yaratığa indirgenmeyi yaşıyan Kevin Carter’ın üç kadın arasında gerçekleşen çatışma ve Carter’in finaldeki monoloğu bağlamında incelenebilir. 1. Çatışma: Ölen Arkadaşı Dan’in dul eşi Mona’ya bir hediye vermek için evine uğradığında tanıştığı siyahi Angel ve Kevin Carter’in Tanrı, Kutsal Kitap, Adalet, eşitlik ve sistem üzerinden şekillenen Eşitsizlik Üstüne…İkinci Çatışma, Mona’nın kocasını kaybetmekten kaynaklanan hıncı, Bethy’nin eskiden ilişki yaşadığı Kevin’e hıncı, Angel’in Kevin’in Tanrı mefhumuna karşı tutumundan kaynaklanan tepkileri üzerinden şekillenen Cehennem Başkalarıdır ve Kevin’in tepki olarak intihar edişi. Soyutladığınızda şehvet, oburluk (aşırılık), hırs, tembellik, kıskançlık, öfke ve kibirden oluşan yedi büyük günaha ulaştığınız ve bağımlılık, bellek yitimi, yaşam sevincinin kaybı gibi durumların geçtiği oyunda, kişisel bellekten başlayan yıkım, sosyal belleğe atlamakta, ötekileştirilen bireyin acısı gündemimizi sarmaktadır.
KEVİN VE ANGEL: EŞİTSİZLİK ÜSTÜNE
Kara Afrika’nın buruk ülkesi Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyetta şöyle diyordu. “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı”. Beyaz adamın, Kutsal Kitabı merkantil değerler sistemi üzerinden, kendi zenginleşme politikası ve emperyal amaçları bağlamında nasıl kullandığının çarpıcı bir örneği olan ve yeryüzündeki eşitsizliğin kökenleri, çekilen acıların nedensellikleri hakkında bize fikir verebilecek olan bu belirleme, dinsel yaşamın kendisini ifade araçlarının, birey ve onun kaderi üzerindeki dönüştürücü etkisi üzerine bilgi sahibi olmamızı da sağlar. Hıristiyanlık’la birlikte, dinsel yaşamı oluşturan yüceltmenin ve kaygının daha trajik olan bir temayla birleştiğini, kirli bir vahşetle kendini parçalayan hasta bir toplumsal yapıyla örtüşme noktasına geldiğini söyleyen Bataille’ye göre Hıristiyanlar, zafer şarkılarıyla Tanrı’yı yüceltiyor, böylece Tanrı da toplumsal savaşın kanlı oyunu içine sokuluyordu. Böylelikle din, birinin diğerini yok oluşa sürüklediği bir dünyada, bugüne kadar zenginliğin güçlünün lehine paylaştırılması düzeninin el değiştirmeden devam etmesi işlevini üstlenmekteydi. İnsanları bölen ölçüsüz nefretin belirtisinden başka bir şey olmayan din ( burada Hristiyanlık), egemenlik kurmaya değil de paylaştırmaya geldiğini söyleyen İsa’nın sözlerinin aksine hiçbir şekilde eşitsizliği yok etmeye çalışmamaktadır.
Cuma Boynukara’nın Yoksun’da sahneye çıkardığı Angel ve onun temsil ettiği inanç sistemi sanki Bataille’nin anılan ifadelerine referans verir gibidir. Oyunda, Kutsal kitabın sözcüsü, neredeyse Tanrının elçisi gibi konumlandırılan Angel, gönüllü sözcülüğünü yaptığı Kutsal Kitabın sorgulamayı reddeden ve böylelikle de ebedi eşitsizliğin devamına imkan tanıyan söylemine sıkı sıkıya sarılır. Bu söylemden en çok zarar görmüş kişi olan kara derili Angel’in ısrarla itaat kültürünü önermesi, bu söylemin taşıyıcılığını yapması, yazarın bilinçli olarak seçtiği çarpıcı bir ironidir. Çatışmanın merkezindeki Kevin Carter, oyun boyunca Angel’in katı inanmışlığıyla mücadele edecek, Kutsal Kitaptaki adalet olgusu üzerine eleştiriler getirerek, eşitsizliğin kökenleri üzerine yorumlar üretirken, gene Kutsal Kitaptan örneklediği Yakup ile Esav’ın söylencesiyle Angel’in işler kılmaya çalıştığı ruhani statükoyu kırmaya, onun dayandığı zemini algılama biçimini alaşağı etmeye çalışacaktır. Baba İshak’ın gerçekleri görememekten kaynaklanan iki kardeşle ilgili yanılgısını, adil olmayan yaklaşımını, ava giden kardeşin evde oturan kardeş tarafından sömürülüşünü vurgulayan Kevin, adil olmayan bir düzendeki “kardeşlik” kavramının çelişkilerle dolu olduğunu ve tüm yaşananların bu hikâyenin tekrarı olduğunu Angel’e göstermeye çalışırken, yazarın toplum eleştirisini iletmeye de aracılık yapar. İnsanoğlunun Baba İshak’tan beri sürüp giden körlüğü devam etmekte, bu düzen ise bizzat bu körlükten etkilenenler tarafından devam ettirilmektedir. Acı çekenler ise sistemin kurucuları değil, sistemin dışında kalanlardır. Sistemin kurucuları, bir yandan evrenin işleyişini öne çıkarırken, bir yandan da çekilen acıyı legal bir zemine, doğal olanın anlamına yüklemişler, insanın çektiği acıyı evreni açıklama anlayışlarına entegre etmişlerdir. Kurdukları sistemin sorunsuz işlemesi için ise sırtlarını Kutsal Kitabın söylemlerine dayayan erk sahipleri kendi çıkarlarını Kutsal Kitabın sözü üzerinden dokunulmaz kılmayı başarmışlardır. Sonuçta ise birilerinin sürekli kazandığı, birilerinin ise sürekli kaybettiği, acı çektiği bir dünya oluşmuştur. Burada bir yanlış vardır. Burada ya bir yanlış ya da bir adaletsizlik, bir taraf tutma vardır.
KEVİN – Sen kalkıp deniz aşırı bir ülkeden gelip oradaki hayata müdahale ediyorsun. Doğan güneşe, açan çiçeğe, Her şeye, tabiatın kendisine. Yaşayan canlılara. Sana ait olmayan toprakların her şeyine. İnsanına, diline, inancına. Sana bu hakkı kim veriyor? Her gittiğin yere Tanrı’nla gidiyorsun. O’nun adına önce kilisen, sonra çiftliğin dahası mahkemelerin. Tanrı bütün bu olanları görmüyor mu? Tanrı taraf tutuyor.
Sistemin kurucularına göre mutsuzluk, acı, ıstırap kurulu düzene karşı gelmenin sonuçlarıdır. Yoksun’un Angel’i de dünyada yaşanan huzursuzluğun Tanrı ile antlaşmasını bozanlar yüzünden çıktığını düşünür. Oysa ki Kevin Carter, yaşamın olağan akışı içinde ebedi adalet ve özellikle de masum insanın acı çekmesi sorununun böylesi basit ve dogmatik bir inanca hapsedilmesine fırsat tanımayacak kadar bilinçli ve deneyimlidir. Vahşi kapitalizmin ve onun ürettiği sistemin her şeyi metalaştırdığı bir dünyada, sistemin yarattığı şiddetin farkına varmanın gereği üzerinde uzun uzun duran Kevin, yaşanan acıları ve adaletsizliklerden doğan sıkıntıları tanrıya atfetmenin manasızlığını vurgular. “Benim gördüğüm ölümler, tabiatın yarattığı felaketlerinin neticesi değildi. Bir afet, ne bileyim sel, kasırga, deprem değildi. Bu ölümler yaratıkların yarattığıydı.” diyerek vahşetin sorumlusunun doğa kuralları değil, vahşi kapitalist sistem ve onun uygulayıcıları olduğunu açıkça ima eder. Koyu Katolik bir ailenin çocuğu olarak doğan ve sıkı bir Katolik eğitimi almış olan Kevin, inanç dünyasının verileri üzerinden kendilerini konumlandıranların bu dünyada kurduğu sistemin “günahkâr” olduğunu bir kez daha gösterir. Tanrı sözünü ilettiği genel kabul gören Kutsal Kitabı sorgular, çelişkilerini, yanlışlarını ortaya sermeye çalışır. Kutsal Kitabın öne sürdüğü ceza ve ödül sistemini eleştirir. Birbirini aç bırakan, kavga eden, yalan söyleyen, savaşlar çıkaran, başka ülkeleri fetheden, başka insanları zulümleri altına alan herkesi affedecek olan Tanrı, bir tek kendisine itaat etmeyenleri cezalandıracağını ileri sürmektedir. Tanrı sadece ve sadece kendisine itaat edilmesini yeterli bulmaktadır; huzur ise peşi sıra gelecektir. Bir yanda “açlık”, “vahşet” ve “ölüm” varken diğer yanda “ödüller” ve “huzur” vardır. Ödülleri baskın sistem, huzuru ise öte dünya düşüncesi vermektedir. Kevin sorar: Ölenin de öldürenin de aynı kitaba inandığı, bütün kötülüklerin “Tanrı’nın adına sığınılarak” yapıldığı, zayıflar cezalandırılırken, gücü olanın kutsandığı bir dünyada; yarattıklarını seven ve onlara yardımcı olan iyi bir Tanrının eseri olduğu kabul edilen bir dünyada; insanlara musallat olan acıların anlamı nedir? Angel cevaplar. “tanrı insanları imtihan etmektedir.”!!!
Boynukara, ölenin de öldürenin de aynı kitaba inandığı, mazlumun cellat, celladın mazlum olabilirliği üzerinden geliştirdiği tartışmasında okuru / seyirciyi gene yaman bir çelişkiyle yüzleştirerek, insanoğlunun hamurunun şekillenebilirlik ölçülerinin gücü elinde tutan üzerinden sabitlendiğini göstermekte, seyircinin / okurun alıcılarını kendi gündemine, çevresine odaklamaya çalışmaktadır. Her ülkenin kendi siyahının ve beyazının olduğu bir dünyada, mazlum olanın gücü eline geçirdikten sonra ezen olması gerçeğine ayna tutarken, içine kendi ülkesinin gerçekliğinin ve gündeminin de girdiği geniş bir skalaya dikkatleri çekmektedir. Önce beyazlar infazcıydı. Sonra siyahlar infaza başladı. Mazlum da öldürüyorsa, öldürülen ne oluyor? sorusu üzerinden şekillenen ve okura/ seyirciye tutulan aynada seyirci / okur, ben kimim ve rengim ne? Önce kimdim ve ne renktim? Mazlum muyum, ezen mi? sorularıyla özeleştiri yapmaya yöneltilirken, yaşanan adaletsizliklerin son bulması için seyirciyi / okuru harekete geçirmeye, sorgulamaya çağırmakta. Esav’ı örnek vererek, kaderciliği bozguna uğratmaya uğraşıyor. “Yaşadığı adaletsizlik karşısında esav ne yaptı? Kindar oldu.” Eyleme geçeceğine, pasif kaldı. Kendini şöyle avuttu. Adaletsizliği yapan ihtiyar ölecek. Ama bilmeliydi ki biri ölse, biri doğuyor. Ve bu düzen hep böyle sürüyor. Günaha girenler ise hep bağışlanıyor. Gücü olan kutsanıyor. Peki ya yaşanan acılar? Tanrı? Kevin’in çektiği acı ve onun bu acı karşısında sabretmesini, katlanmasını, isyan ettiği takdirde günahkar olacağını bildiren Angella olan çatışması, Eski Ahit’deki Eyub’un Kitabını akla getirmektedir. Acıyı günahın zorunlu cezalandırmasıyla birleştiren öteki Kutsal Kitap metinlerine yöneltilen bir itiraz olarak “Eyyub’un Kitabı”’nda Eyup, Tanrı tarafından sebepsiz yere kendisine reva görülen acıya isyan eder. Kendisine böyle bir öfkeyle hücum eden bu nedensiz acıyı anlayamaz. Yanındaki üç arkadaşı ona sırayla nasihat ederler. Tavır ve tutumunun yanlış olduğunu söyleyerek onu daha da öfkelendirirler. Klasik inancı temsil eden bu üçlüye göre her felaket Tanrı ya da insanlara karşı işlenen günahların cezasıdır. Angel’de Kevin’den tövbe etmesini, Tanrıya yalvarmasını ister. Kevin’ın üstüne çöken felaketler bir günahkarlığın işaretleridir. Tanrı karşısında hiçbir insan masum değildir. Arkadaşlarının, Eyub’u, günah işlediğini kabul etmesi için razı etme çalışmaları açıkça iyi’nin cezalandırılabileceği ya da kötü’nün ödüllendirilebileceği olasılığını getiren bir düzene karşı günah işleme korkularından gelir. Eyub, bir vicdan muhasebesine davet edilir ve işlediği günahları bağışlaması için Tanrıya yakarması istenir: Tanrıya kafa tuttuğu için kınanır. Tanrının kararlarından kim kuşkulanabilir ki? Angel’e göre Kevin pişmanlığını itiraf ettiği takdirde her şey yoluna girecektir. Kevin da tıpkı Eyyub gibi özellikle kendisini dünyanın ahlaksal düzenine karşı çıkma noktasına götüren, görülmemiş ve son derece anlamsız koşullara karşı bir şey yapılmadığı için yakınır. Acı şiddettir ama aynı zamanda da adaletsizliktir. Adaletin olmadığı bir dünyada ise Tanrının kayıtsızlığına teslim edilmiş bir dünya var demektir. Kevin’i Tanrıya yaklaştıramayan Angel, sadece Kevin’in acılarına bakakalmakla yetinecektir.
KEVİN & BETTY / MONA / ANGEL : CEHENNEM BAŞKALARIDIR
Cehennem başkalarıdır’der Sartre…Bu yargı, Yoksun’da, Kevin Carter’in deneyimlediği durumlar adına bir kez daha sahici kılınmaktadır. Oyunda Mona ve Betty karakterlerinde yıkıcı bir biçimde somutlaşan öfke ve düşmanlık duygusu, Kevin’a yönelen güçlü psikolojik şiddet olarak açığa çıkmakta, yaşananlar, ötekine acı çektirmenin sanatlı bir yolu olabileceğini seyirciye / okura bir kez daha kanıtlamaktadır. Kışkırtıcı psikolojik gerilimlerle dolu oyunda Betty-Mona-Angel ve Kevin arasında geçen tartışmalarda, toplumun katı, ödünsüz yapısal mekanizmaları arasına sıkışmış dört oyun kişisi, yaşanmamışlıklarının ve acılarının öfkesini birbirlerinden çıkarmaya yönelirler. Vahşi kapitalizmin zorunlu bir parçasıyken mutlu olmanın olanaksızlığını yaşamaları bu öfke duygusunu daha da palazlandırır. Ellerinden kaçıp giden yaşamlarının öfkesi ve geçmişin izi kalmış acılarının amansızlığı yaşayacakları muhasebenin şiddetini arttırmaktadır. Mahkeme kurulmuştur. Sudanlı Kız ve Akbaba fotoğrafının önünde, tatminsiz, bütün hırsını çocuklardan çıkaran, yeteneği tartışmalı öğretmen Bethy ile kocasını kaybetmenin ve yaşamda bir başına kalmanın derin acısını çeken dul Mona savcılığa soyunurken, beyaz efendilerine yaranmak için ikide bir değişen, tanrının elçisi Angel Hakim, çocukluktan beri sistemle bir türlü uzlaşamamış, bu yüzden de dışlanmış / tutunamamış, siyah dostu, alkolik ve uyuşturucu bağımlısı Kevin Carter ise sanık sandalyesindedir.
Mona ve Bethy, söylemlerinde katı, şiddetli ve acımasızdır. Bu yüzden Mona, Betty ve Angel’in karşısında geçmişini aklamaya çalışan Kevin, boşa kürek çekecek, anlaşılmak, şefkat görmek bir yana, bilinci ve ruhu, bu üç kadın tarafından acımasızca taciz edilecektir. Özellikle Mona’nın kocası Dan’i kaybetmesi ve zor bir hayatın ortasında, yalnız, bir başına kalmaya mahkum olması onun yönelişini daha da şiddetli kılar. Yaşadığı duygusal buhranlar ve acı, Mona’yı her türlü merhamet duygusu karşısında sağırlaştırmış, onu Kevin karşısında acımasız bir savcıya dönüştürmüştür. Başlarda sevecen ve anlayışlı bir dost konumundayken, Kevin’in sözü Dan ile ilişkilerine getirmesiyle çılgına döner. İçin için biriktirdiği öfkesini Kevin’a kusar. Ok yaydan çıkmış gibidir. Aralarındaki esas çatışma başlar. Dan, siyahi göstericiler ve polis arasındaki bir çatışmada, çapraz ateşte altında kalarak öldüğünde, Kevin fotoğraflarını çekmeye devam etmiş, Mona ise bu durumu bir türlü kabullenememiştir. Oysa ki dramatik görüntüler yakalamanın peşine düşmek, hem fotoğrafçılığın itici gücüdür, hem de şok yaratmayı, tüketimi sağlamanın esas dürtülerinden biri kılmış ve bir değer kaynağı haline getirmiş bir kültürün işleyişinin bir parçasıdır. Bu gerçeği Kevin kadar Mona da iyi bilmektedir. Merkantil değerleri üstün sayarak yol alan bir kültürde insanı yerinden sıçratıcı, gürültü çıkarıcı ve göz açıcı görüntüler yakalamak fotoğrafçılıkta hayatiyet taşır. Sistemin ana damarını oluşturan ve keskinleşmiş toplumsal sorunların işlenmesine göz yuman liberal konsensüsün şekillenmesinin ardından fotoğrafçının kendi geçim koşulları ve bağımsızlığıyla ilgili sorunlar çıkınca, bu tip durumları değerlendirmek, nerdeyse hayatta kalabilmenin, kendini idame ettirebilmenin tek yolu olmaya başlamış, hatta Big Bang ekibi biraz da bu nedenlerle kurulmuştur. Fakat Mona, kocası Dan’in değer verdiği, zor zamanlarında destek oldukları Kevin’ın Dan o haldeyken işini yapmasını kabullenemediğinden, onu bencillikle suçlamaktadır. Duygusal olarak bakıldığında Mona haklı olsa da, çektikleri o karelerle para kazanmaları, ödül almaları, ünlenmeleri bir çelişki gibi görünse de, bir taraftan da insanlar bu kareleri görürlerse, bir şeyler değişir umudu taşımaları onları anlaşılır kılmaktadır. Fakat Mona, Kevin’i bir türlü affedememekte, Dan’i kaybetmenin verdiği acıyla, Kevin’ın yaşadığı acıyı fark edememektedir.
MONA– Ben Dan’i kaybettim. Siz ne yaptınız? Dan vurulmuş yerde yatıyor. Siz Dan’in ölüm anını çekiyorsunuz, bu kadar da profesyonelsiniz. Bu bir görüntü mü sadece, hayat salt bir görüntüyse neyi konuşuyoruz
Mona’nın Kevin’i eleştiriye tabii tuttuğu bir diğer durum ise Dan zor şartlarda, çatışma ortasında işini yapmaya çalışırken Kevin’in yerel bir gazeteye röportaj vermesi ve acıkan karnını doyurmaya çalışmasıdır. Sunulan çelişki çarpıcıdır fakat gündelik iş ortamının sürekli ölümler ve çatışmalar ortasında devindiği bir meslekte bu durumun normalliğini Kevin Monaya anlatamayacaktır. Kevin’i hırslı olmakla da suçlayan Mona, ödül alınca gelip bu ödülün keyfini yaşayan, kendisine gösterilen ilgiden kimselerin acısına bakmayı düşünememiş olan Kevin’i affedememiş, şimdi ise onun acısına öylece bakakalmıştır.
Bethy ise bu hesaplaşmaya geçmişi ve o an ki durumuyla katılır. Kevin ile ilişkisi bitmiş olan Bethy, Kevin’i tembellik yapmakla, uyuşturucu ve alkol bağımlısı olmakla suçlamaktadır. Hiçbir işte dikiş tutturamayıp, sürekli gerçeklerden kaçarak kolaycılığa başvurduğunu öne süren Bethy, Kevin’i aşağılar. Oysa ki Kevin, bu işlere dört elle sarılmış fakat garip tesadüfler ve türlü aksiliklerden dolayı bu işlerde kalamamıştır. Evin geçimine daha fazla katkıda bulunmak için birçok kere mesaiye kalmış, bu durum ise eve ya da Bethy’e daha az zaman ayırmasına sebep olmuştur. Kevin’in ilişkinin gereklerini Bethy tarafından istenildiği gibi yerine getirememesi, yapısı ve marjinalliği dolayısıyla hayatla uyuşamaması, onun Bethy tarafından çemberin dışına itilmesine sebep olmuş, kendi acısını yalnız başına yaşamasına ve daha da depresif bir hale gelmesine neden olmuştur. Kevin’in uyumsuzluğu ise kötü niyetli bir biçimde karşısına çıkarılmaktadır. Kevin, yaşam algısı gereği soru soran, sorgulayan biridir. Onun bu tavrı, sürüp giden işleyişin çarkları arasına sürekli çomağını sokması, doğaldır ki düzeni bozmakta, sorun yaratmaktadır. Algılayan ve anlamlandıran bir organizma olarak Kevin, uzlaşmak yerine, Bethy’nin bilinçlenmesini, büyük değerler üzerinden hayata katılmasını önermiştir. Hayatın kirli yüzünü çokça görmüş ve onu bir türlü alt edememiş Kevin, sıkıntılar yaşasa da yaşamı sorgulamaktan vazgeçmez. Soru sormak, Kevin’i yaşamın kara deliklerine çekerken, o pes etmeyi bir an bile düşünmez. Uzlaşmayı reddeder. Bu reddediş, onu yaşamın, çemberin dışına atar. Bu ise onun sonunu getirecektir. Çevresindekiler, yakınları –uzlaşanlar- ise karşı duran Kevin’e el vermeyi düşünmezler. Hatta elden geldiğince onu iterler. Kevin’in bu uzlaşmaz tavrını, sorgulayan yanını eleştiren Bethy, Sorular üstüne kurulu bir hayat ne kadar huzurlu olabilir ki? diyerek geçmişteki mutsuzluklarının sorumlusu olarak Kevin’ı suçlayacak, Mutsuzluğumuzun kaynağı cevapsız sorular üreten aklın diyerek, eski aşkı Kevin’i bir kez daha kırmaktan çekinmeyecektir. Geçmişte, ekonomik şartlardan dolayı evini bir kadınla paylaştığı için, Kevin’i kendisini aldatmakla suçlamış, ona inanmamıştır. Kevin’i harap bir halde terk etmiş, birlikte olmanın, hayatı birlikte karşılamanın, bir çift yürek olmanın sorumluluğunu taşımak istememiş, ona sırtını dönmüş ve kolaycılığı seçmiştir. Gerçek anlamda ihaneti Bethy üzerinden, acı çeken ve acısının şiddetiyle yalpalayan Kevin ile olan ilişkisinde kendini konumladığı merkezden alımlarız. Zoru görünce kaçan, Kevin’a destek olacağı yerde onu yalnız bırakan Bethy, belki de Kevin’in esas celladıdır. Bethy, Kevin in bütün savunma mekanizmalarını alaşağı ederek, onu düşmanca aşağılayarak, yaşadığı depresyonun etkisiyle zayıf düşmesine, acısının çoğalmasına sebep olmuştur. Safını güçlüden yana belirleyen Bethy’nin “senin fotoğrafındaki kare olmaktan yoruldum artık” diyerek kaçmak daha kolayına gelmiştir.
Oyundaki en vurucu darbe de Mona yerine, gene Bethy den gelir. Bu yazarın dramatik olanı kavrayışının bir göstergesidir de ayrıca. Yoksun oyununun dramatik çıkış noktasına gelinmiştir artık. Kevin Carter’in cehenneme açılan kapısıdır bu olay.
BETHY – Çok bekledin mi?
KEVİN – Neyi?
BETHY – Akbabayı.
KEVİN – Anlamadım…
MONA– Akbabanın çocuğu yemesini…
Kevin bu soru karşısında yıkılmıştır. Onu yıkan, sadece sorunun içeriği değildir. Bir zamanlar en yakını olan, fotoğraf yayınlandıktan sonra oluşan tepkiler karşısında kendisine güvenen, inanan, onun yanında yer alan –ya da öyle gösteren– Bethy’nin büyük bir iki yüzlülük içinde, kendisine inananı oynadığını anlamıştır. Kevin, akbabayı oradan kovmuştur. Bunu anlattığında ise çevresindekiler ona inanmıştır. Oysa şimdi, bir zamanlar en yakını olan Bethy, buna inanmadığını açık açık söylemektedir. Mona da şüpheleri olduğunu belirtir.
BETHY – Bunlar senin söylediğin Kevin. Senin her söylediğine nasıl inanabilirim. Bunu benden bekleme.
KEVİN – Hep inananı oynadın.(…) Böyle olduğuna inanmıyorsunuz değil mi?
MONA – Bilmiyorum. (…) O fotoğrafı çekeceğine bir adım atabilirdin.
Sürdürülen tartışma Kevın’ın yalnızlığını daha da artırır. En yakınları tarafından kendisine yaşatılan acılar Kevin’ın yaşama zevkini oluşturan alışkanlıklar ağını parçalarken, başkalarıyla ilişkilerini düzenlediği denetim duygusunu da yok etmiştir. Kevin’e acımasızca saldırıp, ona acı çektirenler, onun kimlik duygusunu, yaşamı algılama biçimini kırmayı, onu nesneleştirip, ötekileştirerek yok etmek ister gibidirler. Bethy ve Mona, Kevin’i yargılarken, amaçları onu ezmek değildir. İki kadın’ın Kevin’e yönelttikleri örtülü şiddet aracılığıyla Kevin’in yaşadığı acı, onlara Kevin’i tamamen kendilerine bağımlı kılma amacı taşımaktadırlar ve Kevin’in onuru, gururu, hatta inançları üstünde mutlak bir egemenlik kurmayı hedeflerler. Kevin’ın kendini savunmasına izin vermeyen; Mona ve Betty, çemberi daralttıkça Kevin’ın psikotik hallerinin arttığı, yaşadığı acının etkisiyle sıkıştığı, tükendiği, neredeyse kurbanlaştığı, bu arada onun acı çekmesine seyirci kalan, durup izleyen diğer oyun kişilerinin insanlıktan çıktığı, akbabalaştıkları görülür.
KEVİN CARTER : OLMAK YA DA OLMAMAK
İradi ölüm her zaman için toplumların genel kabulleri ve yerleşmiş prensipleriyle çatışagelmiş, özellikle din kurumu böylesi bir seçimi alenen reddetmiştir. Hamlet’in, modernitenin şafağında çınlayan bildik tiradı ise intihar konusundaki düşünüş biçimlerinin farklı yollarda evrilmesini, farklı kabullenimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Soru şudur…Kendini öldürmek, felaket karşısında pes etmek midir yoksa en büyük egemenliğin insanın kendi yaşamı üzerindeki söz hakkının kazanılması mıdır? Yoksun’da Katolik Kevin Carter, tüketilmeye, ötekileştirilmeye tepki olarak kendi kendini tüketmeye yeltenir. Din, töre gibi inançların, sosyal ve bireysel ilişkilerin işlevselliklerini yitirerek, insanı rahatlatan bir sığınak olmaktan çıkıp, acı çektiren, suçlayan, korkutan bir kuruma dönüşmesine bir tepkidir Kevin’ın intiharı. Bakılması bile zor olan diğer dehşet karelerini bire bir yaşamanın travması, Güney Afrika ırkçılığı, ayrımcılık, iç savaş ve vahşeti görmezden gelerek, Kevin Carter’ın intiharını açıklamak mümkün değilse bile, onun bu eylemi, çektiği fotoğraf sonrasında yakın çevresi tarafından kendisine yaşatılanlardan bağımsız değildir. Yaşamak omuzlarımda taşıdığım bir yük diyen Carter, Cinayetlerin, öfkenin, acının, yaralıların, açlıktan kıvranan çocukların, kafayı yemiş silahlı adamların, polislerin, sokak infazcılarının capcanlı görüntülerinden bıkıp usandım diye bir not yazar intihar etmeden. Kevin’ın hep suçlanması ve acımasızca yargılanması onu eylemine götürür. Yoksun’da toplum ve üç kadının Kevin’e yaşattıkları, somut koşullar altında gerçekleşen fakat mekânı ve zamanı aşan, dolayısıyla da “kurbanının” ötesinde somut sonuçlar üreten bir eylem biçimidir. Kendine yönelen, ruhsal, dine dayalı, psikolojik, psikosomatik, gizil (maskeli), dilsel şiddet karşısında acı çeken ve toplumsal düzen içinde kendine bir yer edinemeyen Kevin, amaçsız, işlevsiz kalmıştır. Kevin’e istenci dışında yöneltilen acı verici bir eylem olan gıyabında yargılama ve mahkum etme, dışlama, şiddet’e dönüşmüş, fiziksel baskıya maruz kalmasa bile, tinsel yoldan sarsılmıştır. İçinde yaşadığı toplumda bireysel olarak var olamama durumu ve adil olmayan sıkıştırılmışlığına bir çözüm bulamayan Kevin, daha çok yaşamın dayattığı durumlar karşısında bireysel olarak var olma çabası içine giren bireyin başvurduğu bir kurtuluşa, yönelen Kevin, kurulu düzene, genel toplumsal algılamaya ve yakın çevresine tepki olarak kendi bedenini bir şiddet uzamına dönüştürür.
KAYNAKÇA
Susan MOELLER, Compassion Fatique: How The Media Sells Disease, Famine, War and Death, Routledge, London, 1999
Howard GOOD, Michael DİLLON, Media Ethics Goes to the Movies, Greenwood Publishing, London, 2002
Susan SONTAG, Başkalarının Acısına Bakmak, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2004
Georges BATAİLLE, Lanetli Pay, Çev: Mukadder Yakupoğlu, Mor Yayınları,
David Le BRETON, Acının Antropolojisi, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2005
Esen ÇAMURDAN, Şiddet İle Oynamak, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2004